BEDİÜZZAMAN'LA RÖPORTAJ TAHLİLLER

4 Mart 2012, Pazar 17:42

     

Uzun bir ayrılıktan sonra Belki yirmi yedi, yirmi sekiz sene oldu Üstadı görmeyeli. Onu görmek, mübarek simasını doya doya seyretmek için her zaman gidip ziyaret etmek istediğim halde, meşguliyetten bir türlü vakit bulamadım. Fakat o kalblerde yaşadığı için, mânevî varlığı ile daima beraberdik. Bu, gönüllerdeki iştiyakı bir dereceye kadar tatmin etmez miydi? Kendisini görüp kucaklaştığımız zaman, onun nuranî simasının verdiği zevk, maddî hasretin de ne kadar büyük olduğunu gösterdi. Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen her gün idarehaneye gelir; Akif’ler, Naim’ler, Ferit’ler, İzmirli’lerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musahabelerde bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur, onun konuşmasındaki celâdet ve şehamet bizi de heyecanlandırırdı. Harikulâde fıtrî bir zekâ, İlâhî bir mevhibe... En mu’dil meselelerde, zekâsının kudret ve azameti kendisini gösterir. Daima işleyen ve düşünen bir kafa. Nakillerle pek meşgul değil. Onun rehberi yalnız Kur’ân. Bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu. Bütün o lem’alar, doğrudan doğruya bu kaynaktan nebean ediyor. Bir müçtehid, bir imam kadar rey sahibi. Kalbi bir Sahabî kadar imanla dolu. Ruhunda Ömer’in şehameti var. Yirminci asırda Devr-i Saadeti nefsinde yaşatan bir mü’min. Bütün hedefi iman ve Kur’ân. İslâmın gayetü’l-gayesi olan “Tevhid” ve “Allah’a” iman esası, onun ve Risale-i Nur’un en büyük umdesidir. Devr-i Saadette, Müslümanlığın ilk kuruluş zamanlarında olsaydı, Hazret-i Peygamber, Kâbe’deki putların parçalanması vazifesini ona verirdi. Şirke ve putperestliğe o derece düşmandır. Mücahede ile gönüllerde iman ve Kur’ân hakikatlerini yerleştirmek için geçen uzun, bir asra yakın bir ömür. Fazilet ve şehametle geçen bir ömür. Harp meydanlarında, mücahitlerin önünde, kılınç elinde, dim dik ayakta düşmana saldıran bir kahraman. Esarette, düşman kumandanına karşı koyan bir kahraman. İdam sehpasında, düşman kumandanını düşündüren, insafa getiren bir kahraman. Millet ve memleket için canını vermekten zerre kadar çekinmeyen bir fedaî. Fitnenin, bozgunculuğun en müthiş düşmanı. Milletin menfaati için, her türlü zulme, işkenceye tahammül ediyor. Ona zulmedenlere beddua bile etmez. Onu zindanlara atanlara, ancak salâh ve iman temenni eder. Gaye uğrunda ölüm, onun için basit birşeydir. Kendisi bir çanak çorba, bir bardak su, bir lokma ekmekle tagaddî eder. Elbisesi pek basit ve fakiranedir. Beyaz Amerikan bezinden pamuklu bir hırka. Çamaşırını kirlenmeden değiştirir ve temizletir. Temizliğe fevkalâde itina eder. Kâğıt parayı tutmaz ve üstünde taşımaz. Mâmelek namına dünyada hiçbir şeyi yok. Kendi için yaşamaz, cemiyet için yaşar. Yapısı ufak tefektir; fakat heybetlidir, haşmetlidir. Gözleri birer şems-i tâban gibi nur saçar. Bakışları şâhânedir. Maddeten, belki dünyanın en fakir adamıdır, fakat mâneviyat âleminin sultanıdır. Seksen küsur senenin âlâmı yüzünde bir buruşuk yapamamış, yalnız saçlarını ağartmıştır. Rengi pembe beyazdır. Sakalı yoktur. Bir delikanlı kadar zindedir. Halim ve selimdir. Fakat heyecana geldiği zaman bir arslan tavrı alır, iki dizinin üstüne doğrulur, bir şâhenşâh gibi konuşur. En sevmediği şey siyasettir. 35 senedir bir gazeteyi eline almış değildir. Dünya şuûnu ile alâkasını kesmiştir. Akşam namazından sonra, ferdâsı öğleye kadar kimseyi kabul etmez, ibadetle meşgul olur. Pek az uyur. Talebelerini de siyasetten şiddetle men eder. Memleketin her tarafında altı bini mütecaviz, belki bir milyonu bulan talebeleri, memleketin en faziletli evlâtlarıdır. Üniversitenin muhtelif fakültelerinde müsbet ilimler tahsil eden şakirtleri pek çoktur; yüzlercedir, binlercedir. Hiçbir Nur talebesi yoktur ki, sınıfının en faziletlisi, en çalışkanı olmasın. Memleketin her tarafında bulunan bu yüz binlerce Risale-i Nur talebesinden hiçbirinin, hiçbir yerde âsâyişi muhil hiçbir hareketi, hiçbir vak’ası yoktur. Her Nur talebesi, hükûmetin, nizam ve intizamın tabiî birer muhafızıdır, âsâyişin mânevî bekçisidir. İstanbul seyahatinden muztarip olup olmadığını sordum: “Bana ıztırap veren, ” dedi, “Yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırabım, yegâne ıztırabım budur. Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!” “Yüz binlerce imanlı talebeleriniz size âtî için ümit ve tesellî vermiyor mu?” “Evet, büs bütün ümitsiz değilim. Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum. Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur. Bana, “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler! “Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti. Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa, tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı. İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü, bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin-adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar, Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade-imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım; fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd olsun. Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslam cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur. ” Hazret coşmuştu. Bir yanardağ gibi lâvlar saçıyordu. Bir fırtına gibi gönül denizini dalgalandırıyordu. Bir şelâle gibi haşmetli zemzemelerle ruhun en derin noktalarına çarpıyordu. Çok heyecanlanmıştı. Millet kürsüsünde coşmuş bir hatip gibi devam ediyor, sözünün kesilmesini istemiyordu. Yorulduğunu hissettim. Bu heyecanlı bahsi değiştireyim, dedim. “Mahkemede sıkıldınız mı?” diye sordum. “Dinî tedrisata, kadınlarımızın, muhterem hemşirelerimizin, terbiye-i İslâmiye dairesinde iffet ve şereflerini muhafaza etmelerine taraftar olmanın, bir suç olduğuna dair kanunlarda bir madde var mı? ‘Kalbe gelen hakikat’ gibi tâbirleri de şahsî nüfuz temini maksadına delil göstermelerinin mânâsını da bu ilimle, hukukla meşgul doçentlerden sorarım.” Üstadla görüşmemiz çok uzamıştı. Müsaade alıp ayrıldığım zaman vakit hayli geçmişti. 1952 Eşref Edip Eşref Edip Kimdir? Eşref Edip Fergan (1882-1971) II. Meşrutiyetin ilanından sonra Sırat-ı Müstakim adlı haftalık dergiyle yayıncılığa başlamıştır. Sebilürreşad’ın da sahibidir. Uzun yıllar İslam’a ve Müslümanlara karşı yapılan saldırı ve tenkitlere yazılarıyla cevap vermeye çalışmıştır. Fikri istikametini bozmadan devam ettirdiği yayıncılık hayatında sıkıntılarla karşılaşmış, sansür ve kapatmalara maruz kalmıştır. Bediüzzaman ve talebelerine karşı yapılan haksızlıkları eleştirerek onlara destek olmuş, yayınlarında kendilerine yer vermek suretiyle bir çok kişi tarafından tanınmalarına vesile olmuştur. 1908 yılından itibaren Bediüzzaman Said Nursi ile tanışmış, birbirlerinden ayrı kaldıkları zamanlarda bile irtibatı koparmayarak selamlaşmışlardır. Bediüzzaman bir mektubunda kendisi için, “kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım” ifadelerine yer vermiştir. Eşref Edip, 1882 yılında Selanik’de doğdu. Babası İslam Ağa ve annesi de Nefise Hanımdır. Okul eğitimine Serez’de bulunan Sıbyan Mektebinde başladı. Daha sonra Rüştiye Mektebini de Serez’de okudu. Bu arada Kur’an eğitimini gördü ve “Hafız” oldu. Bununla birlikte dini dersler de aldı. Arapça derslerini okudu. Memleketinde bir yıl kadar Şer’i Mahkeme kâtipliği de yaptı. İstanbul’a gelen Eşref Edip Hukuk Fakültesine girdi. Burada okuduğu süre zarfında Medrese eğitimini de alarak kendini yetiştirmeye çalıştı. Yavaş yavaş çevre edindi ve dönemin ünlü simalarıyla yakın dostluklar kurdu. Bu dönemde cereyan eden fikri mücadele ve yazılara ilgi duyarak yayın işiyle ilgilenmeye başladı. İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra Sırat-ı Müstakim adıyla haftalık dergi çıkardı ve böylece yayıncılık hayatı başlamış oldu. Bu derginin yayınlanmasında Mehmed Akif, Musa Kazım ve Mahmud Esad gibi düşünce ve fikir adamlarının desteğini aldı. Derginin ilk sayısı 27 Ağustos 1908 tarihinde yayınlandı. Eşref Edip, Ebül’ula Mardin ile birlikte 182 sayı çıkardı. Bu sayıdan itibaren Ebül’ula Üniversite hocalığına başladığı için tek imtiyaz sahibi olarak dergiyi yayınlamaya devam etti. Bu arada derginin adını da Sebilürreşad olarak değiştirdi. Batı yanlısı yazarlarla fikri mücadelelere girerek İslami değerleri savundu. II. Meşrutiyetin ilanından sonra fikri alanda çok büyük mücadeleler yaşandı. Eşref Edip dergisinde, mütedeyyin ve Türkçü yazarların yazılarına yer verdi. Birinci Dünya Savaşı sırasında İttihat Terakkinin yanlış bulduğu bazı siyasi faaliyetlerini sert bir şekilde eleştirerek muhalefette bulundu. Bu fikri mücadele ve farklı düşüncelerinden ötürü bir süre dergi yayınına ara vermek zorunda kaldı. Yaklaşık bir buçuk yıl yayın hayatına ara veren Eşref Edip, savaş sonrasında işgal altında bulunan İstanbul’da yeniden Sebilürreşad’ı yayınlamaya başladı. Milli Mücadele’nin başlamasından sonra Anadolu Hareketine destek verdi. Mehmed Akif ile birlikte Milli Mücadelecilere arka çıktı. İşgal altında bulunan İstanbul’da derginin yayınlanamayacağı endişesiyle Anadolu’ya geçti. Önce Kastamonu ve daha sonra Ankara’da dergisini yayınlamaya devam etti. Mehmed Akif’in, Anadolu’nun muhtelif yerlerinde yaptığı vaazları dergisinde yayınlayarak Milli Mücadele şuurunun güçlenmesine katkıda bulundu. Derginin Anadolu’nun ücra yerlerine ulaştırılmasında askeri birliklerden istifade etti. Bunlar aracılığıyla insanlara ulaştırmaya çalıştı. Ankara’da, Mehmed Akif ile Taceddin Dergahı’nda birlikte bulundu. İslam Şurasını toplamak gayesiyle Bediüzzaman Said Nursi, Şeyh Ahmed Senusi ve Mehmed Akif ile birlikte fikir teatisinde bulundu. Eşref Edip, Kurtuluş Savaşı zaferinden sonra İstanbul’a geri döndü ve burada dergisini yayınlamaya devam etti. Cumhuriyetin ilanından sonra Tek Parti iktidarı boyunca dine ve İslami değerlere karşı takınılan tavra karşı fikri alanda mücadele etti. Yaptığı muhalefetten ötürü dergisi sansüre uğradı. Şeyh Said hadisesi bahane edilerek çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunundan sonra çok sayıdaki yayınla birlikte kendi dergisi de kapatıldı, tutuklanarak Ankara ve Diyarbakır’da İstiklal Mahkemelerinde yargılandı. Daha sonra beraat etti. 1932 yılında Mısır’a giden Eşref Edip burada bulunan Mehmed Akif ile görüştü. Buradan döndükten sonra İslam-Türk Ansiklopedisi’ni çıkararak yayın hayatına yeniden başladı. Bu çalışmayı, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından çıkarılan İslam Ansiklopedisi’nde yer alan yanlışları ortaya çıkarmak ve doğruları göstermek amacıyla yaptı. Eşref Edip 1948 yılında Sebilürreşad’ı yeniden yayınlamaya başladı. Dergide Ali Fuat Başgil, Cevat Rifat Atilhan, Kazım Nami Duru, Ömer Rıza Doğrul ve Hasan Basri Çantay gibi müelliflerin yazılarına yer verdi. Yıllarca CHP’ye karşı mücadele veren ve yanlışlarını eleştiren Eşref Edip, 1950 öncesinde Celal Bayar’ın, dini konularla ilgili sergilediği yanlış tutum ve davranışlarını da eleştirdi. Bu eleştirilerden oldukça etkilenen Celal Bayar, derginin kapatılması maksadıyla dönemin başbakanı Şemsettin Günaltay’a müracaat etti. Ancak, isteği kabul görmedi. Eşref Edip, Sebilürreşad’ı 1966 yılına kadar yayınlamaya devam etti. Bu süre zarfında yapılan yanlışlara, haksız eleştirilere şiddetle karşı çıktı. Din ve vicdan hürriyetine programlarında yer veren siyasi partileri bu girişimlerinden ötürü destekledi. Diğer taraftan din ve vicdan özgürlüğüne getirilen sınırlama ve engelleri de sert bir şekilde eleştirdi. Bu arada dergisinde Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi ile ilgili yazılara da yer verdi. Risale-i Nur ve müellifine uygulanan baskı ve tazyikler artarak devam ettiği dönemde Eşref Edip’in yayınlarında kendilerine yer vermesi ve müspet manadaki tavrı takdir topladığı gibi basın yoluyla çok sayıda kişinin Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a ilgi duymasına ve onları tanımasına vesile oldu. Bediüzzaman talebelerine yazdığı bir mektubunda şu ifadelere yer vermektedir: “Eşref Edip kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad'da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahidlerinden bir kardeşimdir. Ve Nurun bir hâmisidir…” (Emirdağ Lahikası, s. 281). Bunun yanında, ayrı bulundukları zamanlarda, İstanbul’a giden talebelerine Eşref Edip’i ziyaret edip selamlarını iletmelerini tembihleyen Bediüzzaman, ona verdiği değeri müşahhas bir şekilde gösterdi. Selamı götüren ve kendisiyle görüşen Mustafa Sungur, Eşref Edip’in duyduğu memnuniyeti ve gösterdiği alakayı hatıralarında nakletmektedir (Necmeddin Şahiner, Son Şahitler 4, İstanbul 1994, s. 35-37). 1952 yılında Bediüzzaman Said Nursi ile görüşen Eşref Edip, bu görüşmeden sonra duygu ve düşüncelerini kaleme aldı. 1908 yılından beri tanıştığı, ancak, uzun zamandır görüşemediği Bediüzzaman Hazretleriyle hasret gideren ve duygu dolu ifadelere yer veren Eşref Edip, “Devr-i Saadette, Müslümanlığın ilk kuruluş zamanlarında olsaydı, Hazreti Peygamber, Kabe’deki putların parçalanması vazifesini ona verirdi. Şirke ve putperestliğe o derece düşmandır” demek suretiyle Bediüzzaman’ı veciz bir şekilde tavsif etti (Tarihçe-i Hayat, 1994, s. 541). Eşref Edip 1971 yılında vefat etti. Naşı Edirnekapı Şehitliğine defnedildi. Eşref Edip, aralarında “Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nur, Hayatı Eserleri Mesleği” adlı eseri olmak üzere bir çok eser de kaleme aldı. Eserlerinden bazıları şunlar: Bediüzzaman Said Nur ve Nurculuk, Mehmed Akif Hayatı ve Eserleri, İnkılap Karşısında Akif-Fikret, Gençlik-Tan’cılar, Misyoner ve Müsteşriklerin Yazdıkları İslam Ansiklopedisi’nin İlmi Mahiyeti, Pembe Kitap, Çocuklarımıza Din Kitabı, Kur’an-Garp Mütefekkirlerine Göre Kur’an’ın Azamet ve İhtişamı Hakkında Dünya Mütefekkirlerinin Şehadetleri.






.  
Son Eklenen Haberler